Ortaokulu Mersin’de okudum. Bir memur çocuğu olarak, Anadolu’yu hatırı sayılır ölçüde gezdiğim söylenebilir. Mersin, ben ortaokula geçene kadar ailecek yaşadığımız üçüncü şehirdi. Akdeniz kenti olduğu için Antalya’ya benzer bir kent bulma ümidiyle gitmiştik. Oysa kültürel olarak o zamanların Antalya’sı ve Mersin’i arasında büyük farklar vardı. Bir kız çocuğu için şehrin genel güvenliğinden, deniz kıyısında olup denize girecek sahili olmamasına kadar pek çok konu bize yabancıydı. Kendini ve etrafını yeni yeni keşfetmeye başlamış bir ergen olarak en çok müziğe, sinemaya, kitaplara iştah duyuyordum. Ve maalesef, şehirde bu iştahı doyurmak için var olan imkânlar oldukça kısıtlıydı.
Derken şehre bir kitapçı açıldı. Bu dükkânda zincir kitapçıların alışıldık parlak ışıkları, hepsi bir örnek giyinmiş mağaza çalışanları yoktu. Onun yerine çalışanlar rafların arasına serpiştirilmiş koltuklarda kitap okuyor, bir şey sorulduğunda bilgisayardan aratmıyor, kitapların yerini ezbere biliyordu. Uzun bir koridor gibi içeriye doğru derinleşen mekânın girişinden başlayan ve sağ duvarını boydan boya kaplayan kitap rafları, dükkânın bitişine kadar uzanıyordu. Girişte solda, kahverengi deri koltuklar ve fiskoslar vardı. Birkaç öbek şeklinde yer alan okuma koltukları ve fiskosların hemen arkasında ise kasa ve tezgâh bulunuyordu. Tezgâhın arkasında misafirlere satılan kahve servis ediliyordu. Kimsenin kafede bilgisayarını açıp çalışmadığı yıllardı. Take away kahve diye bir şey yoktu. Kafelerin yemek-içmek, sohbet etmek için buluşma mekânı olduğu, kitapçıların kitap satın alıp gitmek için tasarlandığı bir zamanda, bu dükkânda isteyen istediği kadar kalıyor, istediği kadar okuyor, çay-kahve içiyordu.
Bu dükkânın bir diğer farkı, içinde diğer mağazalarda gördüğümüz kitaplardan farklı kitaplar bulabilmemizdi. Yalnızca güçlü yayınevlerinin sayıca üstün kitapları değil, nadir, az sayıda basılmış kitapları da bulabiliyorduk burada. Üstelik tek rakibi zincir kitapçılar da değildi. Korsan kitap satışının yaygınlığı ve ucuzluğu burası için tehlike arz ediyordu. Kalitesiz kağıda, soluk renkli basılmış, kesim hatalarının, eksik metinlerin olduğu korsan kitapları satın alan çok insan vardı. Çünkü orjinal kitap, ancak bir doğum günü hediyesi olabilecek kadar pahalı ve kıymetliydi.
İçimdeki okuma sevgisinin temel atıldığı günlere denk gelen bu ezber bozan dükkânın açılışı bende büyük bir coşku yaratmıştı. Birkaç bireysel keşif gezisinden sonra, ne kadar büyüleyici bir yer olduğuna ikna etmek için elinden tutup annemi de götürdüm. Biri nadir baskı olmak üzere annemin bana tam üç kitap alarak günümü gün ettiği o gün, tam dükkândan çıkarken bir kitap gördüm. Adı, “Anlatmak için Yaşamak”. Mekânın ve anın bende yarattığı duygularla örtüştüğünden mi, yoksa ifadenin keskinliğinden mi bimiyorum ama bu sözler içime işledi. Anlatmak için yaşamak bir sese dönüşüp kulağımda yankılandı. Sanki biri bana orada olmanın neden bu kadar iyi hissettirdiğini söylemiş gibi, sanki bana neyin iyi geldiğini bir anda keşfetmişim gibi bir hisse kapıldım.
İşte, Gabriel Garcia Márquez’le tanışmam böyle oldu. Anlatmak için yaşamak yaşamımın ilerleyen zamanlarında sık sık aklıma geldi. Benim için adeta bir mottoya dönüştü. Sonunda kitabı okudum da. Orjinal adı, Vivir Para Contarla; İngilizceye Living to Tell the Tale olarak çevrilmiş. İspanyolca bilsek de anadilinde okusak dedirten, Márquez gibi muhteşem bir insanın otobiyografisi. Ziyadesiyle kalın, ziyadesiyle güzel, büyülü gerçekçiliğin doğuşunu roman tadında anlatan bir kitap. Benim gibi otobiyografi sevenlerdenseniz mutlaka tavsiye ederim.
Sözü uzattım ama konuyu şuraya getirmeye çalışıyorum. O kitapçıya girdiğim günden beri kitap yazmak en büyük hayalim. Elbette Márquez olmanın hayalini kurmuyorum. Hatta bir gün profesyonel yazar olur muyum onu bile bilmiyorum. Ama kendimi bildim bileli duygularımı, düşüncelerimi, deneyimlerimi yazıyla anlatmak bana çok iyi geliyor. Ve kenarda köşede, bir açılıp bir kapanan bloglarda, defterlerde yazdıklarımı okuyan dostlarım tarafından cesaretlendiriliyorum. Ve kitap yazma hayalimi gerçekleştirmek için değilse de o kitapçıdaki çocuğu mutlu edebilmek ve kendim gibi kalabilmek için yazmaya geri döndüm. Dolayısıyla da bu mektuplara.
Siz de ben de mektuplara yeniden hoş geldik. Gittiği yerlerden mektup atan bir arkadaşınız olarak başladığım bu mektupların posta kutularınıza her ay düzenli olarak gelmesi için kendime söz verdim. Malum, ülke de değiştirdim. Anlatacak çok şey var. Siz de mektuplara başkalarının da üye olmasını sağlayarak beni yazmaya devam etme konusunda motive edebilirsiniz.
Anlatmak için yaşıyor muyum bilmiyorum. Ama anlatacak hikâyelerimin bitmeyeceğine sonsuz güveniyorum. Anlattıklarımın sizde de bir karşılığı olması ümidiyle, bir sonraki mektupta görüşmek üzere.
Özge K.
Tilburg, Hollanda
Özge mektuplarını dört gözle bekliyorum. Yazı dilin beni alıp başka düşüncelere götürüyor. Teşekkürler 💕