Merhaba,
Size bu mektubu Ankara’dan yazıyorum. Son mektubun üzerinden bu yana yaklaşık 8 ay geçti. Senenin ilk aylarında bu mektuplar sayesinde hayatıma Aposto girdi. Aposto, her gün gündemle ilişkili kısa bültenler e-postalayan bir yayın kuruluşu. Bu mektupları görmeleri üzerine başlayan tanışıklığımız işbirliğine döndü ve mart ayında onların altyapısında Ümitvâr adında yeni bir bültene başladım. Oradaki amacım, sosyal değişime dair konuları umudu besleyecek bir şekilde paylaşmak. Buradaki amacım ise aklımdan ve kalbimden geçenleri, seyahatlerimi ve ruhumu besleyen diğer şeyleri yazmaya devam etmek. Bu bilgiyle birlikte bu mektupta biraz geçmişe gidiyoruz. :)
Ben çocukken gazete ve dergilerle haşır neşir olmayı çok severdim. Ev bu bakımdan çok bereketliydi. Annem terzilik de yaptığı için evde yığınla moda dergisi olurdu. Takip ettiği bir diğer yayın, bugün hâlâ var olan Lezzet dergisiydi. Babam ise gazete okumayı çok severdi. Eve her gün bir, hafta sonları en az iki gazete girerdi. Gazetelerin kültür-sanat eklerine bayılırdım. Fotoğraflara hayranlıkla bakar, okumayı henüz bilmediğim için yazıların sadece şekillerini incelerdim. O dönemde kendi kendime bir oyun da geliştirmiştim: yayıncılık. Bu oyunda, kuzenlerimle birlikte üç tane sehpayı yan yana koyardık. Birimiz gazete kupürünü, öteki uygun fotoğrafı seçer ve keser, diğeri bunları bir A4 kağıtta birleştirerek onaylardı.
Geçtiğimiz gün The School of Life’ta okuduğum bir makale bana çocukken oynadığım tek oyunun bu olmadığını hatırlattı. Halının ortasında olduğunu hayal ettiğim havuzda su balesi yapar, çeşitli kostümler giyerek çıkılan bir defilede model olur, mutfaktaki yiyeceklerle evdeki kolonya, krem vs. ne varsa birleştirip, pişirip, dondurup bir bilim insanı gibi sonucu inceler, sandalyelerin arasına kurduğu çadırında geceyi geçiren bir belgeselci olurdum. Her gün ayrı bir şapkam vardı. Her güne ayrı bir istek ve beceriyle uyanır, bazen aynı gün içerisinde birden fazla meslek sahibi olabilirdim. O zamanlar bu mesleklerin her birinde kendimi ne kadar başarılı gördüğümü söylememe gerek yoktur umarım. :)
Sanırım ilk olarak bilim insanlığını bıraktım. Su balesi kariyerim Rus balesi kursuna yazılmamla birlikte dönüşüm geçirerek bir süre daha devam etti. Modellik kariyerim odamın içine hapsoldu, belgeselcilik de kendine gezginlik gibi bir ara formül buldu. Her biri beni bambaşka yollara sürükleyebilecek bu çocuk kimliklerim, yaş aldıkça ve oyun oynamaktan koptukça bana sırasıyla veda etti. Bugün hâlâ sahip olduklarım ise yetişkinlik yaşantımın birer oyunu gibi. Yazı yazmak, fotoğraf çekmek, dans etmek, renkler, kumaşlar ve kıyafetlerle ilgilenmek, seyahat edebileceğim yeni rotaları araştırmak bir yetişkin olarak yaşamı kolaylaştırmak için kendimce devam ettirdiğim oyunlar…
Elbette bu farkındalık ansızın gelmedi. Yılın başından bu yana bir projemiz gereği oyun oynamak üzerine düşünüyoruz. Yaptığımız bir çalışmada, çocukken ekmek, su gibi en temel ihtiyaçlarımızdan biri olan oyundan yaş aldıkça nasıl koptuğumuzu anlamaya çalışıyoruz. Sebepler arasında neler mi var? Biriken ödevler, önemli sınavlar, gündelik hayatın telaşları arasında oyuna vakit bulamama ve daha fenası, toplum baskısı… Oyun oynamanın yalnızca çocukluğa özgü olduğu düşüncesiyle, belirli bir yaşa gelmiş çocuklara “Sen büyüdün artık” diyerek onların hareket kabiliyetini sınırlama… “Oyuncu” karakterdeki yetişkinlerin yeterince yetişkin olmamakla suçlanması, utandırılması…
Fakat ne iyi ki oyun, Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 31. maddesiyle güvence altına altınan bir çocuk hakkı. Bu hakkın uygulamaya konabilmesi için ise size, bana, çocukları çevreleyen tüm paydaşlara görevler düşüyor. Tüm çocukların ve kendimizin bireysel gelişimi için oyunu ciddiye almaya başlamaktan daha güzel bir yetişkinlik görevi düşünemiyorum. Oyun oynamanın tarihi ve psikolojik gelişimimizdeki yeri içinse şu yazıyı okumanızı tavsiye ederim.
Artık aşı olan kişi sayısının çoğalması, yasakların kalkması ve sınırların açılmasıyla daha çok seyahat edebileceğimi umuyorum. En son görüşmemizden bu yana Bolu’daki Hindiba Dağ Evi’nde bir kış inzivası, Kaş’taki Kuytu Teras’ta bir yaz inzivası yaptım. Aşağıda buralardan çektiğim iki fotoğrafı ve bu aralar bana ilham veren birkaç şeyi paylaşıyorum. Siz de ilham aldıklarınızı yorumlara yazar, bu mektubu arkadaşlarınızla paylaşırsanız çok sevinirim. Zira bu mektuplar da benim bir çeşit oyun ve oyun dediğimiz şey oyun arkadaşlarıyla güzel.
Oyun/mektup arkadaşınızdan sevgiler,
Özge.
Ankara, 2021.
Bu aralar ilham aldıklarım:
Kavanoz kapağıyla kendi kendine oyun oynayan bu karga, son zamanlarda internette gördüğüm en güzel şey.
Kendisini takip ederek ve mektuplarına üye olarak çok şey öğrendiğim çift terapisti Esther Perel Where Should We Begin adında bir kart oyunu yarattı. Oyunun henüz ABD dışına gönderimi olmasa da içeriği takip etmeye değer.
Perel’in oyununun bir benzerini, uzun süredir takip ettiğim We Are Not Really Strangers hareketi yapıyordu. Sorularının çoğu Instagram hesaplarında görülebilir. (Warning: Feelings may arise!)
Eğer henüz izlemediyseniz, çok severek takip ettiğim ve izlerken içimdeki tasarımcıyla daha yakından temas kurduğum Netflix’teki Abstract: The Art of Design belgesel dizisini tavsiye ederim.
Ben yazları daha üretken biriyim ama yazın bizi neden tembelleştirdiğine dair bu New Yorker makalesi bana ilginç geldi.