Trieste, Zürih, Paris...
Ve zorlu hayatlarımızın bir anda (en azından bir günlüğüne) değişebilmesi üzerine.
“Trieste, Zürih, Paris… Ekranlarda görünen sürekli çağrı (bu çağrıya kimi zaman yanıp sönen yazılar eşlik etmektedir) bize, zorlu yaşamlarımızın nasıl da kolaylıkla değiştirilebileceğini hatırlatır. Koridorun sonunda bekleyen uçak bizi birkaç saat içinde başka bir yere götürecektir. Belleğimizde hiçbir izi olmayan, kimsenin adımızı bile bilmediği bir yere. Saat öğleden sonra 3’ü bulduğunda, bezginlik ve umutsuzluk boğazımıza yapışmış, ruh halimizin gelgitleri arasında savrulurken, bir yerlerde bir uçağın kalktığını bilmek ne büyük bir zevktir. Baudelaire'in dediği gibi: Nereye olursa olsun! Nereye olursa olsun! İster Trieste, ister Zürih, ister Paris…”
Merhaba,
Seyahat Sanatı’ndaki bu pasajı okuduğumda 21 yaşındaydım. İçimdeki dünyayı görme ve gördüklerimi insanlarla paylaşma arzusu bana ilk blogumu açtırmıştı. Bu pasaj da blogumun ilk postuydu.
Kitabın her bir bölümünden ayrı etkileniyordum. Zürih’i ve Paris’i görmüştüm; dolayısıyla Trieste’ye gitmek benim için kitabı özümsemek, kitabın temsil ettiği değerlerle bir olmak anlamına geliyordu.
Kitabı okumamın üzerinden iki yıl sonra, yüksek lisansımı yaptığım şehirde Gloria adında bir İtalyan komşum oldu. Gloria, İtalya’nın kuzeyinde, Udine diye bir şehirde doğup büyümüştü. Çoğu insan Udine’yi bilmiyordu, ben de öyle… Tarif etmek için “Yakınlarında Trieste diye bir şehir var. Popüler bir yer, belki duymuşsundur” dedi. Trieste’nin adını duyunca içimde bir yaprak kıpırdadı. Muzipçe gülümseyip, başımı salladım. Bildiğimi ve hayatta en çok görmek istediğim yerlerden biri olduğunu söyledim. Bana nedenini açıklama fırsatı vermeden ekledi, “Aslında herkes Trieste’yi çok beğeniyor ama Udine daha güzeldir”.
Udine’nin küçük bir İtalyan kenti olarak, ne kadar güzel olabileceğini elbette tahmin ediyordum. Bir şekilde popülerleşmeyi başarmış Trieste gibi şehirlerle, bunların gölgesinde kalan diğer şehirlerin yaşadığı tatlı rekabeti de anlayabiliyordum. Gloria, yan yana odalarda yaşadığımız tüm seneyi beni Udine’nin Trieste’den daha güzel olduğuna ikna etmekle harcadı. Bu çaba İtalyan arkadaşlarımıza beyhude görünse de senenin sonunda ben ikna olmuştum. Çünkü Trieste bir kitap kahramanıysa, Gloria benim gerçek kahramanımdı. Yan yana, kol kola geçirdiğimiz uzun bir seneden sonra ben de artık Udineli sayılırdım.
Gloria’yla on yıla dayanan arkadaşlığımız boyunca birbirimizi yaşadığımız şehirlerde ziyaret ettik. Milan’da, İstanbul’da, Brüj’de buluştuk. Her buluşmamızda, bana seneler önce verdiği sözü hatırlatıyordu. Bir gün beni Udine’ye götürüp anneannesinin lazanyasından yedirecekti. Ona göre Trieste’ye bir turisti sonsuza kadar kaybettirecek en önemli aktivite buydu! Ama bunu hiçbir zaman planlamadık. Bu bizim hayalimizdi. Bir gün bir şekilde gerçek olmasını umarak işi evrene bırakıyorduk.
Bu yıl şubat ayında Viyana’da olacaktım. Gloria artık Londra’da yaşasa da o ay o da Milan’da olacaktı. Buluşmak için takvimlerimizi uyumlandırabilmek ve Milan-Viyana arasında orta nokta bulabilmek için baya mesai harcadık. Derken Gloria, sonunda o soruyla geldi: “Udine’de buluşmak ister misin?” Elbette, yıllardır beklediğim fırsatın hevesi ve içimden yükselen devasa bir sevinçle evet dedim!
Dünyanın en küçük tren istasyonundan, dünyanın en minik İtalyan arabasıyla aldı beni arkadaşım. Sokaktan o esnada geçmekte olan hepi topu 20 kişi, yaşadığımız kucaklaşmanın coşkusuna anlam veremedi. Ailesinin, günün farklı saatlerinde güneşi her cepheden ayrı ayrı alan, bahçeli, iki katlı evlerine götürdü beni. Onlarda tek kelime İngilizce, bende tek kelime İtalyanca yok. Ama içimde bir yerlerde var, biliyorum. Çünkü ha desem İtalyancayı sökecekmiş gibi yakın hissediyorum konuşmaya.
Ne yazık ki Gloria’nın anneannesi artık çok yaşlı. Misafirlere lazanya yapamıyor. Ama babası şahane risottolar, annesi inanılmaz makarnalar, çarşıdaki dükkan ise harika pizza yapıyor. Bir de Sanremo yok muymuş tam orada olduğum hafta? Sanremo, adını Sanremo şehrinden alan ve yalnızca festival için özel olarak bestelenen şarkıların yarıştığı popüler bir İtalyan müzik festivali. Yıllar önce Gloria’yla okulda düzenledikleri bir Sanremo akşamında doyasıya şarkı söylemiştik. Yıllar sonra başka bir akşam Gloria, babası ve ben pizza yiyerek televizyonda Sanremo’yu izledik. “Lasciatemi cantare” sözleri yükselmeye başladı sonra televizyondan. İçinde bulunduğumuz anın olağanlığındaki romatizmi ve bana yaşattığı tarifsiz mutluluğu anlatacak kelimeler bulamıyorum. Ama şunu biliyorum ki, ben bu hayatta böyle anlar için yaşıyorum.
Bu mektupta size anlatacağım hikâye aslında şuraya bağlanıyor. Tüm bunlar olurken 6 Şubat depremi henüz yaşanmıştı. Herkes gibi korkmuş, kızmış; çaresiz ve umutsuz hissediyordum. Ne yapacağımı bilmiyor, bir yandan koşarak ülkeme dönmek istiyordum. Diğer yandan da ödüm kopuyordu güvenli olmadığını bildiğim evime dönmek zorunda kalacağımdan. Tüm o korkuların, kaygıların içinde Gloria yanı başımda, olanca anlayışlılığıyla bana eşlik etti. Az da olsa kafamı dağıtmaya çalıştı, tıpkı 10 yıl önceki gibi… Gezi Parkı olayları sırasında, yine bir yanım koşarak ülkeme dönmek isteyip, diğer yanım koşullardan dolayı bunun mümkün olmadığını bilirken, sırf biraz rahatlayabileyim diye her gün kapıma yemek bıraktığı günlerdeki gibi.
O akşam Sanremo’da şarkılar söylenmeye devam ederken döndü ve dedi ki, “Hafta sonu seni Trieste’ye götüreceğim”. Göz göze gelip gülmeye başladık. Hiç itiraz etmedim. Dünyanın en güneşli sabahında, dünyanın en çabasız ve güzel kahvaltısını ettikten sonra arabaya atladık. Önümüzde yol boyunca uzanan şarap bağları, sol yanımızda omuz omuza Alpler, sağ yanımızda alabildiğine Adriyatik Denizi vardı.
Trieste güzel ve tarihi bir liman kentiydi. Meydanları, kiliseleri, manzarasıyla bize her şeyi unutturan bir gün yaşattı. Aynı günün akşamında gün batımı bize şov yaptı. Gökyüzünün aldığı renklerden mest olmuş bir halde deniz kenarında yürürken Gloria, emeklilik günlerini Trieste’de geçirmek isteyebileceğini söyledi. Benim de emeklilik günlerimi Trieste’de geçirmem fikri ikimize de hiç fena gelmedi. Şehirde gördüğümüz evler arasından hangilerinde oturmak isteyebileceğimizi seçtik, ikimizin de Trieste’de vaktini nasıl geçirebileceğinden konuştuk. Belki de böylece, on yıllar sonra gerçekleşme ihtimali olan bir hayali daha aynı anda aynı içtenlikle dileyip, işi evrene bıraktık. Arkadaşlığı on yıllara dayanan iki kadın, bir şubat günü İtalyan gökyüzü altında ne kadar mutlu olabilirse, o kadar mutluyduk.
Koridorun sonunda bekleyen uçak, limandan ayrılan gemi ya da gece yolculuğuna başlayacak tren… Bugün bu mektup size, sıradan bir iş gününde 8. toplantımızdan çıkmış, hayatın kontrolümüzde olmayan türlü zorlukları yakamıza yapışmış, gelecekten artık pek de bir umudumuz kalmamışken, bir yerlerde bizi bambaşka yerlere götürebilecek araçların ve arkadaşların olduğunu bilmenin ne büyük bir zevk olduğunu yeniden hatırlatmak için yazıldı.
Baudelaire'in dediği gibi: Nereye olursa olsun! Nereye olursa olsun!
İster Trieste, ister Zürih, ister Paris…
Bir sonraki mektuba kadar sevgiyle.
Özge Karakaya
Nisan 2022