İki espresso, bir Panenka: Napoli’den (yine) mektup var!
Maradona, Napoli, bizimkiler ve fena hâlde hayata benzeyen futbol
Bu mektuplar, başka bir yerde olmanın getirdiği duygulardan ilhamla yazılıyor. Hoşunuza giderse abone olmayı ve bir başkasına iletmeyi unutmayın. Mektup arkadaşlığımız burada, başka bir yerde çoğalıyor.
Merhaba,
Size bu satırları sokağımın köşesindeki kafede yazıyorum, ama asıl hikâye başka bir sokağın köşesinde, bir pastanede başladı.
Üç Pazar önce, Napoli’deki son günümüzde, sabah erkenden otelden ayrılıp cadde üzerinde yürümeye başladık. Kalabalık ve gürültülü bir cadde. Motor sesi, korna sesine karışıyor. Sağlı sollu dükkânların önünde alışveriş yapanlar kaldırımları işgal ediyor. Karşıdan karşıya geçerken dikkat etmediğimiz her an birine çarpabiliriz. Nizami olmayan sıralarda yol boyunca uzanan ağaçların altında yürümeye devam ediyoruz. Rüzgarda sallanan yapraklar caddeyi biraz olsun gölgeliyor. Ancak gölgeden çıktığımız her an İtalyan güneşi yukarıda parlıyor ve kendini tenimizde hissettiriyor.
Birkaç sokak sonra, bir ağacın altında iki masa gördük. Biri boştu, oturduk. Küçük bir kafeye ait. Daha doğrusu pastaneye. İki metreyi aşmayacak bir dükkân girişi, yarısı dükkânın camı. İçerisi siparişini alıp gitmeyi bekleyen İtalyanlarla dolu. İçeriden minik bir kadın çıktı. Hafifçe toplu, saçlarını tepesinde toplamış kadın, elindeki tepside yanımızdaki masaya iki espresso, iki hamur işi getirdi. Dizlerinin altına uzanan eteğinin üzerine bir mutfak önlüğü takmıştı. Kadın kahveleri bıraktıktan sonra dükkâna dönerken gözümüze dükkânın önünde tuvale konmuş dev bir fotoğraf takıldı. İki adam kol kola, önlerinde kocaman bir yaş pasta. Adamların birini tanıyoruz: futbol efsanesi Maradona. Peki yanındaki kim? Bir dakika içinde anlıyoruz. Siparişimizi alan amca.
Bu sene Napoli İtalyan liginin şampiyonu oldu. Futbolu takip ettiğim için değil, bu sene Napoli’ye gittiğim için biliyorum. Gezimizin İtalya’nın güneyindeki duraklarına yaklaştığımızda, etrafı mavi beyaz bayrakların sarmaya başladığını fark etmek kaçınılmazdı. Ayrıca üzerinde Forza Napoli yazan flamaların, aynı adlı şarkıyı bangır bangır çalan hoparlörlerin ve Maradona’nın. Evlerin balkonlarında, binaların duvarlarında ve tahmin ediyorum ki insanların kalplerinde yaşayan Maradona.
Fotoğraftakinin kendisi olduğunu anladığımızı fark eden amcamız, kahvelerimizi getiren hanımına eşlik ederek yanımıza geldi. Su gibi akan bir İtalyancayla bize bir hikâye anlatmaya başladı. Öyle heyecanlı ve mutlu ki, anlamadığımızı belli edersek suçluluk duyarız. Sonra durmadı, elinde sallanıp duran sigarasını dudaklarına koyup YouTube’u açtı. İnanılır gibi değil. Napoli’nin alelade bir caddesindeki küçücük pastanenin YouTube’u mu var yani? Dahası biz, o YouTube’da zamanında genç olan amcamızın İtalyan televizyonlarına verdiği röportajları izliyoruz. Belli ki pasta, önce Maradona’yı, sonra gazetecileri dükkâna çekmiş. Maradona’nın pastanesi olarak tarihe geçmiş bir dükkânda oturduğumuzu o an anlıyoruz.
Yine tek kelimesini anlamadığımız İtalyanca videoları izlerken, müşteri servisine devam eden hanımı kıkır kıkır gülüyor eşinin bu heyecanına. Arada bir şeyler söylüyor, biz onu da anlamıyoruz. Ancak havadaki neşe, heyecan, nostalji, futbol aşkı ve paylaşma arzusu kelimelere ihtiyaç duymuyor. Amca içeriden bize İtalyan gazetelerine yansıyan kupürlerini getiriyor. Fotokopilerini çekip üzerine pastanenin adını basmış, müşterilerine dağıtıyor. Ve sonunda beden diliyle “Gel” diyor, “bir de fotoğraf çekelim.”


Bu olanların ve Napolililerin futbol sevdasına “kafayı yemişlik” demek isterdim. Fakat durum bana hiç yabancı değil. Çünkü futbolla kafayı yemiş bir ailede büyüdüm.
En fazla 4-5 yaşlarında olmalıyım. Babamla pazar günleri maça giderdik. O zamanlar evimiz Antalya’da çarşının içindeydi. Antalyaspor stadyumuna yürüme mesafesinde. El ele tutuşarak stada yürürdük. Stadın dönen demir kapılarının önü kalabalık olurdu. Antalyaspor ikinci ligdeydi. Maçlar hınca hınç dolmazdı. Sağda solda, karşı tribünde mutlaka oturacak yer olurdu. Ancak stadyum bana kocaman ve kalabalık gelirdi. Sahada koşturan insanları aksi halde görmem mümkün olmadığı için, babamın omuzlarında izlerdim tüm maçı. Sadece yaşlı erkeklerden oluşan bir sürü insan top belli bir yöne doğru giderken heyecanlanırdı, öteki tarafa doğru giderken küfrederdi. Babam bu bağırıp çağıran insanların çoğunun stres atmak için burada olduğunu söylemişti. Biz orada neyin stresini atıyorduk bilmiyorum. Zaten futbol ne, onu da bilmiyordum ama tribün enerjisi diye bir şeyle tanışmıştım. Ne olup bittiğini anlamadan, o heyecanlı kalabalığın içinde var olmayı deneyimliyordum. Çocuk bile olsam enerjiyi sezmiş, taraftarla bir olmayı sevmiştim.
Sanırım artık hiçbir şey beni ne olup bittiğini anlamadığım bir kalabalığın içinde tutamaz. Çünkü yetişkinim. Daha doğrusu futbolla ilgilenmeyen bir yetişkinim. Gönlünde futbol aşkı besleyen yetişkinlerin ise hâlâ ne olup bittiğini çok düşünmeden, kendini bir oldukları takıma, kalabalığa ya da bir futbolcuya rahatlıkla adayabildiklerini görüyorum. İşin doğrusu buna özeniyorum. Yanlış anlamayın. Siyasetin ve paranın bulaştığı, erkek egemen düzene boyun eğmiş futbol sektöründen bahsetmiyorum. Futbolun, dünyanın pek çok yerindeki insanlarda, bir spor olmanın ötesinde yarattığı coşkudan bahsediyorum. Özendiğim şey, bir şehrin yere göğe futbolcu fotoğrafı asacak kadar bu konuya kapılabilmesi ya da nasıl desem, topluca delirmesi. Koca koca insanların söz konusu futbol olunca bu denli çocuklaşabilmesi. Üstelik bu çocuksuluğun toplum tarafından mazur görülmesi, hatta sempatik bulunması. Düşünsenize, bir yetişkin olarak başka hangi konuda bu kadar mantıksızlığa iznimiz var?
Size futbolla kafayı yemiş bir ailede büyüdüğümü söyledim. Biraz açıklayayım. Evimiz çarşıda olduğu için mahalle arkadaşlarım ya da oyun oynayabileceğim bir sokak yoktu. Bu yüzden kuzenim forvet, ben kaleci olduğumda, penaltılarımıza kale olabilecek tek yer salonun en büyük duvarını boydan boya kaplayan vitrindi. Ortasında televizyonumuzun bulunduğu, annemin envai çeşit züccaciye ile doldurduğu vitrinden bahsediyorum. Bu yüzden ben çok, çok iyi bir kaleciydim. O topu canım pahasına kurtarmak zorundaydım.
Annemin bu oyunumuzdan elbette haberi vardı. Nitekim annem futbol konusunda bizden daha beterdi. Mersin’de yaşadığımız dönemde, Galatasaray’ın şampiyon olduğu bir sene, evimizin penceresinden zemine varacak uzunlukta, 6 metrelik bir Galatasaray bayrağı dikti. Takımın 3. yıldızı aldığı sene ise, beni ve kuzenimi alıp İstanbul’a maça götürdü. Mersin’den Ankara, oradan Bolu ve Istanbul’a, neredeyse 36 saat süren yolculuğumuz, sabah 6.30’da Mecidiyeköy’de, “Eski Açık”ın kapısında bitmişti. Ali Sami Yen’in cehennem kalabalığını andırdığı o gün, stad kapısında sıraya ilk giren bizdik. 12 yaşındaydım ve çok yorulmuştum. Kapılar açılıp içeri girdikten sonra tribünde uyudum. Kutlamaların başladığı saatte, bir Meksika dalgasıyla uyandım. Ve hep birlikte Yeni Açık’a “Sarı” diye bağırmaya başladık.
“Futbol fena hâlde hayata benzer”
Ailemin futbol konusundaki kafayı yemişliğini büyüdükçe anlamsız ve kendime uzak bulmaya başladığım için lise dolaylarında bir noktada futbolu “bıraktım.” Üniversitede futbolla ilgilenenlerden uzak durdum, hatta onları kınadım. Türkiye’deki futbol sektöründen hâlâ neredeyse nefret ediyorum.
Ancak iki sene önce Ronan Hession’un “Panenka” adlı romanını okudum. “Bilirsiniz ki, futbol fena hâlde hayata benzer.” diyordu Panenka’da. Kahramanımızın adı Joseph’ti fakat herkes onu Panenka diye çağırıyordu. Panenka’ya teknik direktörü, “Bu oyunun kilidini açacak olan,” demişti, “korkusunun ve kendisinin ötesine geçen oyuncudur.” Kitaba başladığım hafta Galatasaray’ın maçı vardı. Heveslendim, izleyeyim dedim. Hakem bir pozisyondan sonra penaltı kararı aldı. Forvet oyuncusu topu alarak kaleye doğru yürüdü, penaltı çizgisine koydu. Düdük çaldı, oyuncu topa koştu, koştu ve… panenka attı. Ekrana bakakaldım. Bunun üzerine yeniden futbol izlemeye başlamayıp ne yapsaydım?


Özetle, sevgili mektup arkadaşlarım, futbol hayata benziyor mu bilmiyorum. Ama içinde büyüdüğüm aileye ve hissetmeye özlem duyduğum bir sürü duyguya benziyor. Seyahat etmek ise bana tüm bunların kapısını aralıyor. Bir şehrin küçücük bir pastanesinde unuttuğum oyunları ve heyecanları hatırlayabiliyorum. Sizi de dünyayı bu gözlerle keşfetmeye davet ediyorum. Gittiġiniz bir şehrin sizi kendi içinizde başka bir yolculuğa çıkardığı oldu mu? Bana yazın, hikâyelerinizi okumak isterim.
Ve Napoli’ye yolunuz düşerse, Maradona amcamıza benden selam götürmek isteyebilirsiniz. Adımı ve kim olduğumu hatırlamayacağından yüzde yüz eminim. Ama size anlatacak çok hikâyesi vardır. Ve hepsi İtalyanca olacaktır.
Bir sonraki mektupta görüşmek üzere. Mektubun sonunda size Napoli sokaklarından bir dolu fotoğraf gönderiyorum.
Özge K.
Napoli, Italya








