Merhaba,
Size bu satırları yazmaya Antalya’da başladım, Ankara’da devam ettim, İstanbul’da tamamlıyorum. Bu mektupta konumuz çetrefilli. Belki de bu yüzden birkaç şehir değiştirmem gerekti. Şehir değiştirmeye ve gittiğim yerlerden size mektup atmaya devam edeceğim. Siz de bu mektupları üye olmadan okuyorsanız, adresinizi bana iletmeniz için hâlâ fırsatınız var. 👇🏻
Bu yaz çocukluğumun geçtiği yayla evimiz satıldı. Her Antalyalının olduğu gibi, bizim de yaylada bir evimiz vardı. Annem Kumluca’nın Altınyaka, eski adıyla Gödene köyünden. Babam da onun komşu köyü Gölcük’ten. Birbirlerini ilkokuldan beri tanıyorlar ve seviyorlar. Babam Antalya Lisesi’nde okumak için şehir merkezindeki akrabalarının yanına taşındıktan kısa bir zaman sonra annemin ailesi de şehre göç etmiş. Şartlar da elverince sevgi büyümüş, üniversiteden sonra evlilikle bağlanmış.
Zamanla, biriktirdikleri parayla bir ev almak istediklerinde, yayla yeniden düşmüş akıllarına. İnşaat ustası olan dedemin de ortak olmasıyla, sırtını yamaca dayayan, önünden minik bir arık akan bir arazi bulunmuş. Önce birinci kat çıkılmış, dedem ve anneannem yerleştirilmiş. Her yaz tatillerde, hafta sonlarında yayla evine gidilmeye başlanmış. Sonra, yazları damında uyuduğumuz, büyük ayı ve küçük ayıyı annemin bana ilk kez gösterdiği bu evin üzerine bir kat daha çıkılmasına karar verilmiş. Hep mimar olmak istemiş olan babamın çizimleri, dedemin ustalığıyla buluşmuş. Çocukken kumuyla, çimentosuyla oynadığım, ellerimizle kapılarını verniklediğimiz ev işte böyle inşa edilmiş.
Köydeki ev bizimkilerin tapulu ilk evi oldu. Annem, ona ait ilk ev olduğu için, içini özene bezene döşedi. “İnsanın evi olunca, kendine mahsus bir hayatı da olur” diyen Tanpınar’ı anladı. Aslında eve koyduğu eşyalar eskiydi. Ama güzelliği yaratmak için annemin eşyalara sahip olması gerekmedi hiç. O, etrafındaki her şeye kendi içindeki sevinci geçirirdi. Babam, eve internet, telefon, televizyon bağlatmadı. Onun yerine balkona üzüm salkımları doladı, tahtadan divan yaptı, evin önündeki minik arığın gözüne suda soğusun diye karpuz koydu.
Biz her yaz, muhakkak bir ay köyde kaldık. Anneannem akşamüstleri kaynattığı nohutlu tarhana çorbasıyla hepimizi yer sofrasına topladı. Arada kuzenler, komşu evlerin çocukları gelip giderdi. Onlarla birlikte, köyün değirmeniyle bizim ev arasındaki yokuştan aşağı koşarak inerken ön dişimi kırdım. Hayatımda ilk kez o evde elimi arı soktu. Anneannem nane diktiği bahçenin toprağından çamur yapıp elime koydu, acımı dindirdi.
Ben büyüdüm, yazları o evde sınavlara çalışmaya başladım. Aynı zamanda piştide babamı gerçekten yenmeyi, tavla atmayı öğrendim. Üç kişilik çekirdek ailemizde, balkon ışığının çektiği kanatlı karıncalar arasında, akşamları karpuz yiyip okey oynamaya başladık. Annem kanatlı karıncaları bereket saydı ve çok bacaklı canlılardan korkmamam için tüm hayatı boyunca uğraştı.
“Rutinler, yarattığı duyumlarla ve duygusuyla saklanır, sonra içinizdeki eviniz olur.” diyor klinik psikolog Dr. Özge Orbay. O evdeki rutinimizde bana iyi gelen şeyler vardı. O evdeki tavrımızda, muhabbetimizde, oraya gitme vakti geldiğinde ve döndükten sonra hissettiklerimizde iyi bir şeyler vardı. Her yaz oraya gitmemizin belli ki hepimiz için iyi bir yanı vardı.
Bu yaz çocukluğumun geçtiği yayla evi satıldı. Şimdi ne zaman burnuma tarhana kokusu gelse, yıldızlı bir gecede büyük ayı veya küçük ayıyı seçebilsem, ne zaman kanatlı karınca görsem, yaşamı sıfırdan birlikte inşa eden ailemi, onların sıcaklığını, onlar tarafından sevildiğimi ve bundan duyduğum mutluluğu hatırlıyorum.

(Balkondaki salkımların bize küstüğü bu fotoğraf, evin ne yazık ki elimizde kalan tek ve son dijital fotoğrafı.)
Bu aralar bana ilham veren birkaç şey:
Evin bulunduğu köy, zihnimde en çok orman ve su sesiyle yer ediyor. Bu mektuba bizim köyün seslerini eklemem mümkün değil ama dünyanın farklı ülkelerindeki ormanların sesini bir araya getiren bu ses haritası özlemlerimi biraz olsun dindiriyor.
Sesler, anılarımızın olduğu kadar günlük yaşantımızın da önemli bir parçası. İstanbul’un Sesleri konulu doktora araştırması kapsamında hayata geçirilen Soundsslike arşivi, İstanbul da dahil olmak üzere 16 şehrin din, doğa, sokaktaki meslekler ve ulaşım gibi sembolik seslerini barındırıyor.
Melih Cevdet Anday’ın Bir Misafirliğe Gitsem şiiri, her okuduğumda beni hayallerimdeki ve anılarımdaki evlere misafirliğe gönderiyor.
Mektuplar hakkında her geçen gün daha fazla düşünmeme, mektupların sandığımdan daha fazlası olduğunu fark etmeme ve hatta bu mektubun içine de bir mektup yerleştirmeme vesile olan en büyük keşfim ise Letters Live oldu. Londra merkezli bu oluşum, tarihten dikkate değer mektupların sanatçılar tarafından seyirci önünde canlı okunmasını sağlıyor. Sol LeWitt’in Eva Hesse’ya yazdığı, Benedict Cumberbatch tarafından okunan bu mektup hakkında söylemek istediklerim, bu mektuba sığmaz...
Bir sonraki mektupta görüşmek üzere.
İstanbul’dan sevgilerle,
Özge.
Sevgili Özge,
Seni uzun zamandir takip eden birisi olarak sozunun tesirli oldugunu zaten biliyordum. Bunun uzerine mektup almanin dijitalde de olsa heyecani ve sana ilham verenleri kesfetmenin keyfi de eklenince ayri bir degerli oluyor. Samimiyetle paylastigin icin tesekkurler, sevgiler. /Eda