Brüksel’den mektup var!
Görmeyi bilen gözler için sokaklarda saklı hazineleri keşfetme kılavuzu dahil.
Merhaba,
Size bu satırları Brüksel’den yazıyorum. Cape Town’dan döndükten bir hafta sonra, hiç hesapta yokken Brüksel’e geldim. Aslına bakarsanız bana bir Brüksel bileti hediye edildiği için buraya geldim. Dönüp dolaşıp, bir şekilde kendimi ve sevdiklerimi bu şehirde buluyorum.
Brüksel’e daha önce geldiyseniz, buranın güzel bir şehir olduğunu bilirsiniz. Gelmediyseniz de en azından midyesini, patatesini, çikolatasını duymuş, birasını içmişsinizdir. Buranın başka özellikleri de var. Örneğin çizgi romanın, karikatüristlerin anavatanı sayılır. Ama ben bu mektubumda bunların hiçbirinden söz etmeyeceğim. Aksine, yalnızca görmeyi bilen gözler için sokaklarda saklı bazı hazinelerden bahsedeceğim.
Brüksel’e ilk olarak lisede, bir okul gezisiyle gelmiş olsam da bu şehirle esas tanışıklığım Bruges’deki Avrupa Koleji’ne yüksek lisansa kabul almamla başladı. Okul Flaman Bölgesi’ndeydi. Flamanlar Fransızca konuşmuyor, Fransız Bölgesi’ndekiler Flamanca bilmiyordu. Hatta Flaman ve Fransız Bölgelerinde doğup büyümüş iki Belçikalı arkadaşımın dil öğrenmek için birbirleriyle tandem yaptıklarını hatırlayıp hâlâ gülüyorum. Bu dillerin konuşulduğu bölgeler arasında gezerken insanların, sokakların, yiyecek içeceğin bile görüntüsü değişiyor. Belçika, farklılıkları bir arada tutmayı beceriyor ama birbiriyle temas ettirmiyor. Elbette bu farklılıklar, insanı kendinden bezdirecek bir bürokrasiye de yol açıyor.
Okulda Avrupa’nın ve komşu ülkelerinin neredeyse hepsinden gelen öğrenciler olarak bulunuyorduk. Hepimiz Belçika’nın karışık bürokrasisini aşıp, öğrenciliğin tadını çıkarmaya çalışıyorduk. Fakat program çok yoğundu. Derslerin yükünden Bruges’den farklı bir şehre kolay kolay kıpırdayamıyor, öğrenciler ve şehre dağılmış okul kadrosu dışında pek bir insanla tanışamıyorduk. Hava neredeyse her zaman kapalıydı. Ne yağmur ne kar alışkın olduğum gibi usul usul yağmıyor, bir iki gün sürüp ardından güneş açmıyordu. Türkiye’den gelen bizlerin eğitimi ve eğitim deneyimleri farklı bir akademik kültürün getirdiği zorlukları aşmamıza tam anlamıyla yetmiyordu. Bunların üzerine bir de ben, yanında olmak istediğim sevdiklerimden uzakta olmama sebep olduğu için okula ekstra gıcık oluyordum. Dersler giderek yoğunlaşmış, gündüz geceye karışmış, üzerine bir de tez stresi binmişti. Hepimiz için hayatımızın en zorlu dönemlerinden biriydi, yaşamdan keyif almak pek kolay değildi.
O günlerden birinde bir hafta sonu derse gitmek üzere evden çıktığımda (evet, hafta sonları ve hafta içi bazı günler akşam 10’a kadar dersimiz oluyordu) hava yine kapalıydı. Kaldığım evden çıkar çıkmaz geçtiğim köprü Bruges’ün en eski köprülerinden biriydi. Bu yüzden buradan geçerken zamanı yavaşlatıp sağa sola bakmayı seviyordum. Köprüden daha önce defalarca geçmiş olmama rağmen o gün, köprünün öbür tarafında bir şey gördüm. Üzeri paslanmış ama evvelki parlaklığını hâlâ belli eden bronz bir deniz kabuğu vardı yerde. Etrafında hiçbir açıklama olmadan, kaldırımın köşesine, yere sabitlenmiş, güzel bir deniz kabuğu heykelciği…
İyice incelesem de bir anlam veremedim. O gün dersten sonra ve takip eden günlerde gelip gidip ona baktım, arkadaşlarıma gösterdim. Hiç kimse daha önce fark etmemişti ve ne olduğunu bilmiyordu. Zaman geçti ve ben hiçbir açıklama bulamadım. Belçikalıların sokaklar için düşündüğü bir hoşluk olarak onu kabullenmeye başladım. Ama okulda benden başka fark eden olmadığı için onu kendiminmiş gibi benimsedim.
Aylar sonra bir gün, kapı komşum olan İtalyan arkadaşımın odasında bir İtalyan-İspanyol akşamı düzenlendi. Şaraplı, salamlı, sohbetli bu akşama katılanlardan biri Katalan’dı ve İspanya’nın kuzeyinde doğup büyümüştü. Doğduğu şehir dünyanın en güzel yürüyüş rotalarından biri, aynı zamanda da “hacı yolu” olan El Camino de Santiago’nun yakınlarında kalıyordu. Bir gün oraları görmeyi ve o yolu yürümeyi ne kadar istediğimi söylediğimde bana, o “ O yolun bir kısmı buradan geçiyor biliyorsun, değil mi?” diye sordu. Donup kaldım ve “Nasıl yani?” diye sordum. Avrupa’nın en eski yürüyüş rotalarından olan El Camino, ya da Camino Yolu, Santiago şehrinde son bulsa da kıtanın kuzey ülkelerinden başlayıp pek çok ülkeyi geçen farklı rotalara sahipmiş. Santiago şehrinin simgesi ise bilin bakalım ne? Deniz kabuğu! Bu uzun yolu yürüyen hacılar işaretleri takip ederek Santiago’ya ulaşabilsinler diye, yüzyıllar önce yola deniz kabuklarından heykelcikler döşenmiş. El Camino de Santiago’nun kuzeydeki yol işaretleri seneler içinde silinmiş, yolun Kuzey Avrpa’dan gelen farklı rotaları unutulmuş. Günümüze ise, en bilinen haliyle yalnızca İspanya sınırları içinde olan rota kalmış.
Deniz kabuğumun anlam bulduğu o gün, farkına bile varmadan bir hayali gerçek kıldığımı düşünüp çok ama çok mutlu olmuştum. Gündelik rutinlere, yapılacak işlere, gelecek planlarına gömülmek güzel ve bizi ayakta tutuyor. Ama bunları yaparken geçip giden hayatın içinde her gün, görmeyi bilenler için hazineler de yatıyor. Elbette, deniz kabuğunun olduğu bu kısacık yolu geçtim diye kendimi El Camino de Santiago’yu yürümüş saymıyorum. Fakat bu işaretin bahşettiği hikâyeyi fırsat bilerek sevinmek, kendimi hayalimi bir nebze olsun yaşamış sayarak tatmin hissetmek de bir seçenek. Hem de tam benlik bir seçenek.
Brüksel’e bu gidişimde bu defa gözlerim yerde dolandım ve meydana yakın bir yerde deniz kabuğuna rastladım. Belçika’ya giderseniz siz yine de patates, midye, çikolata yemeyi ve bira içmeyi ihmal etmeyin. Ama güzellikleri görmeyi bilen gözünüz sokaklardaki detaylarda olsun. Sizin planladığınız tatil bir yana, hayatın sizi hangi maceranın içine atacağı hiç belli olmuyor.
Bir sonraki mektuba kadar, sevgiyle.
Özge Karakaya
Brüksel, Nisan 2022
Brüksel için öneriler:
Müzeler-galeriler: Brüksel’in Magritte ve Comics Art Müzeleri daha önce gezip gördüğüm yerlerden. İlk izyaretiniz ise kaçırılmaması iyi olur. Ben bu defa hakkımı Bozar’dan yana kullandım. Şehrin en önemli güzel sanatlar merkezlerinden biri olan Bozar’da Rinus Van de Velde’ın “Inner Travels” sergisini gezdim. Sanatçının olmayan yerlere gerçekleştirdiği içsel yolculuklarını konu alan bu muhteşem sergi 15 Mayıs’a kadar devam ediyor ve bir Monet eserine de ev sahipliği yapıyor. Ayrıca, Bozar’ın içinde harika bir kitapçı ve kafe var.
Yeme-içme: Patates, midye, çikolata, bira döngüsünü tekrar ettiğim hafta boyunca kalbimde taht kuranlar Chez Léon ve Delirium oldu. İkisi de çok klasik, ikisine de gitmemiştim. Böyle yerleri ertelemenin yararını sonunda gördüm. Bir de Brussels Beer Project’in biraları ve Piola Pizzeria’nın pizzaları pek güzeldi.
Ne yapılır? Brüksel’in ahmak ıslatan yağmuru kesilirse, güneşi gördüğünüz gibi soluğu parklarda alın. Şehrin düzenli, geniş, ferah parklarındaki banklarda güneşin tadını çıkarttıktan sonra yapılacak bir diğer bedava şey ise sokaklardaki çizgi kahramanların peşine düşmek. Belçika, Red Kit, Tenten ve Şirinler gibi birçok çizgi kahramanın doğduğu yer. Kitapçılardaki çizgi romanlarda olduğu kadar, şehirdeki binaların dış duvarlarında da kendilerini bulabilirsiniz. Çizgi roman kültürünün izini sürmek isterseniz, bu açıkhava sergisinin rotasını Google Maps üzerinden temin edebilirsiniz.
Özgee, mektubunu en son yıllar önce duyduğum sesinden okudum içimden, heyecanlı, kıpır kıpır. Çok güzel anlatmışsın 💜 umarım sesin bir gün Belçika sokaklarında da çınlar kulaklarımda. Çok sevgiler 🌺
yan komşun Demet :)