Merhaba,
Mektuplara kaydolanlar daha ilk mektubu yayınlamadan hatırı sayılır bir sayıya ulaştı. Bunun tatlı sarhoşluğuyla, geçen hafta size ne yazsam diye uzun uzun düşündüm. İlk mektubunuzu egzotik bir ülkeden gönderebilmeyi çok isterdim. Şöyle boyumu aşan eğrelti otlarının ya da hindistan cevizi kokularının arasında olmayı, alışkın olmadığım dalga boylarını gören bir denize bakmayı anlatırdım size. Gelin görün ki bu aralar değil denizi, sokağımızı bile göremiyoruz. Bu yüzden bu başlangıcı ancak evden yapabiliyorum. Üstelik kendi evimden bile değil. Ama ev başlangıçlar için fena bir yer sayılmaz. O yüzden konumuz evlerle ilgili olacak.
Bilmeyenleriniz için söylemek gerekirse, 2019’da hayatımın en büyük gelişmesi kendi evime taşınmaktı. Bir memur çocuğu olarak, dört farklı şehirde büyüdüm. Bazılarına ailecek taşındık, bazılarına sadece babamı gönderip annem ve ben dönemsel olarak gittik. Ailemizin süper gücü taşınmaktı. Evde mütemadiyen okunmuş gazeteler biriktirilirdi. Olduk olmadık yerden boş koliler toplanır, içi geniş kutular asla atılmazdı. Çünkü babamın ne zaman tayininin çıkacağı, dolayısıyla bizim ne zaman yeniden taşınmamız gerekeceği belli olmazdı.
Büyüyünce şehir değiştirmeye devam ettiysem de evimi taşımak zorunda kalmadım. Zira hep paylaşımlı yurtlarda ya da birilerinin odasında kaldım. İlk kez yedi yıl önce, İstanbul’a yerleştiğim yıl paylaşımlı bir evim oldu. Paylaşımlı da olsa kendime ait bir alanım oldu. Ömrümün altı yılı, akşamüstleri güneş vuran bu evde geçti. Güneş vurdukça, akşamüstlerini benim kadar seven tanıdığım tek insana bir şeyler yazardım.
Derken geçen yıl, bu defa kendim için biriktirdiğim gazetelere sardığım eşyaları, tek başıma biriktirdiğim boş kolilere doldurup şehrin öbür yakasına yerleştim. Kolilerden çıkan anıları, rüyaları yerleştirdikçe derinleşti evle sessiz ilişkimiz. Zamanla tabak çanaklarım, tablolarım, bitkilerim ve kumandam oldu. Bir orta sehpam oldu. Eve dönülen bir günün sonunda kendisine demlediği çayı içerken insan bir orta sehpaya neler sığdırıyor… Sevinçler, kavuşmalar, hayal kırıklıkları, kavgalar, barışmalar ve duygular evdeki eşyalara, duvarlara siniyor. Sanıyorum mimarinin yaşamımıza kattığı fiziksel yapıları yuva yapan da bu oluyor.
Mektubun mutluluğa geldiği yer de burası. Çünkü burası, Alain de Botton’ın Mutluluğun Mimarisi kitabından bahsedeceğim yer. Kitabı okuyalı biraz zaman geçmiş olsa da eve kapandığımız bu dönemde sık sık aklıma geliyor bazı satırları. Kitap, içinde yaşadığımız fiziksel yapılar, gündelik hayatımızda karşılaştığımız binalar, ofisler, seyahat ettiğimizde gördüğümüz yeni farklı mimari eserler ve diğer fiziksel yaşam alanlarıyla aramızdaki ilişkiyi sorgulatan ve bizi bunların üzerimizde bıraktığı etkiyi yeniden düşünmeye teşvik eden, çok sevdiğim bir kitaptı.

(Fotoğraf: yatzer.com)
Şu salgın döneminde evde biçare otururken, sizin de evinizle (ve kendinizle) ilgili yeni keşifleriniz oldu mu? Örneğin, bir odanın hiç kullanılmamış bir köşesinde veya uzun zamandır sizinle olan bir sandalyenin formunda, balkonunuzda ya da bir kapı kulpunda mutluluk buldunuz mu? Veya belki de yıllardır oturduğunuz ev değil de, başka bir yer yuva dediğiniz. Aslında bir yere yuva diyebilmemiz için ille de o yerde uzun zaman oturmamız, giysilerimizi, eşyalarımızı orada saklamamız gerekmiyor, değil mi? Benzer bir yerden, “Bir binaya ev derken binanın içimizden yükselen melodiyle ahenk içinde olduğunu söylemek istiyoruz.” diyor Mutluluğun Mimarisi’nde de. Bu yüzden bir havaalanını, bir kütüphaneyi, bir bahçe, hatta otoyol kenarındaki bir lokantayı ev sayabiliyoruz.
Bu mektup bittikten sonra evler ve eşyalarla ilgili düşünmeye devam etmeniz için size birkaç öneri bırakıyorum. İlki, başlangıcından beri severek takip ettiğim Daire projesi. Gerçek insanların (gerçek olamayacak güzellikteki) evlerini konu alıyorlar. Instagram hesapları da var ama ben Youtube kanalını daha çok seviyorum. Evlerindeki detayları anlatırken, insanların bu detaylara yol açan karakter özelliklerine dair ipuçlarını yakalamayı daha çok seviyorum videolarda. İkincisi ise ise Lifecycling. Bunu da Hikmet Hükümenoğlu’ndan çaldım. “Her kuşun yuvası diğerinden farklıdır” diyerek, eşyalar konusunda seçici ve tutkulu kişilerle söyleşi yapıyor, evlerinin fotoğraflarını çekiyorlar. Sitenin aslı Japonca, çevirisi de kötü. Ama ben Japonlar ne yapsa seviyorum işte…
Bu kadar konuşup kendi evimden bahsetmeden bitirmemek için, son olarak evdeki güncel projemden bahsedeyim size. Karantinadan önce salondaki duvarımın ortasına kocaman bir nokta çizdim. Çünkü bu eve taşınmak bir varış değil, pek çok şeyin başlangıcıydı benim için. Evle birlikte hayatıma önce bir aşk, sonra bir kariyer gelişmesi, bununla birlikte yeni seyahatler, dostlar ve evler girdi. Bana bu evle gelen başlangıçları hatırlatacak bir şey gerekiyordu. Tam da bu sırada Ekin Anıl'ın Dev Noktalar projesine rastladım. Ve sonunda, tüm bitiş ve başlangıçlarımı, Güneş’i, Ay’ı ve Dünya’yı, bütün olanı ve noksan olanı, içimdeki derdi, yürüdüğüm hedefi, beni çevreleyen herkesi, gözümü, gönlümü ve fikrimi anlatan dev bir nokta çizdim.

Ekin Anıl'ın Dev Noktalar için açtığı Instagram hesabında, sanatçının bu sanat projesine dair kendi felsefesini okuyabilirsiniz. Keza, sayısı gittikçe artan dev nokta sahiplerini görebilir ve siz de onlardan biri olabilirsiniz. Bizzat sanatçının kendisinin ilettiği dev nokta çizme videosunu da burada paylaşıyorum. Çizerseniz benimle de paylaşın ki günüm güzelleşsin.
Sevgiyle,
Özge.
Ankara, Mayıs 2020.